Türkiye’nin açıkça yarım kalan Kürt soykırımını gerçekleştirmek istediğini belirten gazeteci Engin Yurtsever, “Ancak güvenilir, seküler ve ciddi bir yapılanması olan Kürtleri değil Türkiye, başka hiçbir devlet silemez. Göreceğiz ki SMO tasfiye edilecek ve böylelikle Türkiye de bölgeden dışlanacaktır” dedi.
Suriye’deki iç savaş, bölgedeki etnik ve dini yapıları derinden etkilerken, Kürtler için hem fırsatlar hem de tehditler ortaya çıkardı.
Baas rejiminin sona ermesiyle birlikte Kürtler Kuzey ve Doğu Suriye’de hem kazanımlarını korumak ve hem de statü yolunda önemli adımlar attı. Ancak bu gelişmeler, Kürt karşıtı politikalarında ısrar eden AKP-MHP iktidarı tarafından bir “tehdit” olarak algılanmaya devam ediyor. Uluslararası güçler ise, Türkiye’nin politikalarına ve paramiliter gruplar aracılığıyla Kürtlerin haklarının ve topraklarının işgal edilme girişimlerine karşı net bir tutum sergilemiyor.
Bölgedeki karmaşık dengede Kürtlerin karşılaştığı fırsatlar ve tehditler, sadece Suriye’yi değil tüm Ortadoğu’nun geleceğini şekillendirecek nitelikte. Gazeteci Engin Yurtsever, Suriye ile Kuzey ve Doğu Suriye’deki gelişmelere dair ajansımızın sorularını yanıtladı.
Suriye’de rejimin çökmesi Kürtler için tarihsel bir fırsat sunarken, geçiş sürecinin zorlukları da beraberinde getirdiğini hep birlikte izliyoruz. Bu süreçte Kürtlerin siyasi ve kültürel hakları nasıl güvence altına alınabilir?
Baas rejiminin çökmesi koşulları açısından hem tarihsel fırsatları hem de tehlikeyi barındıran bir durum. Ancak Kürtlerin yıllardır uyguladıkları politikalara bakarak diyebiliriz ki; Kürtler bir bütün olmasa bile Rojava özelinde fırsatları değerlendirecek bir bilinç düzeyine erişmiş bulunuyor. Bir halkın siyasi ve kültürel haklarının güvence altına alınabilmesi için en belirgin koşul; “zorun rolünün” doğru kavranabilmesidir.
Fikirlerin ancak maddi yığınlar tarafından desteklenirse bir anlam, güç olabileceğini ve kendini dayatabileceğini tarihteki örneklerden biliyoruz. Kürtler bölgede azımsanmayacak askeri ve siyasi bir güce sahipler. Şimdiye kadar bu gücü kısmen etkili olarak kullanabildiler diyebiliriz. ‘Kısmen’ diyorum çünkü Türk devleti tarafından sürekli önüne bir set çekiliyor. Bu nedenle ‘kısmen’ demek uygun olacaktır. Güvence altına almanın şu andaki yolu şöyle görünüyor; bölgedeki askeri ve siyasi güç olarak belirleyici olan devletlerle çıkarları ölçüsünde işbirliği yapmak, bunu yaparken de kendi özgürlüğünün köklerinden ayrılmamak ve bölgede bulunan diğer milliyet ve inançlara birlikte yaşayabilmenin ve var olabilmenin güvencesini verebilmek. Bu hem demokratik ulus paradigmasına hem de bölgenin gerçekliğine uygun bir politikadır.
Türkiye, bölgedeki Kürt güçlerini etkisiz kılmak için birçok strateji geliştiriyor. Bu stratejinin bölgesel denklemde karşılığı var mı?
Suriye artık tek devlet olma özelliğini yitirdi. Yönetim biçiminin adının ne olacağı belirleyici değildir. Gerçeklik gösteriyor ki Kürtler artık orada uluslararası tanınmayı bekleyen bir güç.
Türkiye’nin bu stratejisi yeni değil, Osmanlı’dan devralınan bir stratejidir. Misak-ı Milli diyebiliriz. Ancak güncellenmiş bir Yeni Misak-ı Milli anlayışı diyebiliriz. Bu stratejinin bir karşılığı yok, olmayacak da. Çünkü yüzyıl önceki zaman dilimini yaşamıyoruz ve Osmanlı dağıldı. Bölge halkları, göreceli olarak kendi devletlerini kurdular. Ağır ağır da olsa ‘benlik’ kurmak yolunda ilerliyorlar. Yeniden bir halife ve imparatorluğu kabul edecek tarihsel anlayışı çoktan geçtiler. Bölgede hayal ettikleri gibi Osmanlı mirası kalmadı, eser bile yok. Cihadist anlayışlar gelişti, uluslararası devletler güç savaşı yürüttüyor ve İsrail’in ağırlığı var. Koşullardan kaynaklı defakto bir şekilde Suriye’de etkin rol oynayan durumda görünse bile bunun geçerliliğinin olmadığını, bu çetelerin mutlaka tasfiye edileceğini yaşayarak öğrenecekler. Suriye artık tek devlet olma özelliğini çoktan yitirdi. Yönetim biçiminin adının ne olacağı belirleyici değildir. Gerçeklik gösteriyor ki Kürtler artık orada uluslararası tanınmayı bekleyen bir güç, ayrıca Aleviler ve Dürziler de var. Bunların da mevcut yönetim tarafından bir soykırım tehlikesiyle karşı karşıya bulundurulduğunu da biliyoruz. Denkleme etki düzeyi az da olsa, korunması ve kendilerini özgür olarak görecekleri bir yönetime ihtiyaçları var. Bir öneri olarak üzerinde düşünülebilir: Bu yapılar Kürtlerle ilişki kurup, uluslararası anlaşmaları da yaparak statü talep edebilirler.
Kuzey ve Doğu Suriye’deki güçlerin karşı karşıya olduğu başlıca dış tehditler neler?
Rojava’daki tehditler, devletler, milliyetler ve inanç eksenli olmak üzere üçe ayrılıyor. Yeniden düzenlenmeye çalışılan bölge haritasında Kürtler kendilerini bir varlık olarak gösterdikleri için hem bir güç hem de bir temel hedef durumuna geldiler. Çünkü çizilmek istenen haritaların odak noktasını oluşturuyorlar. Bu da herkesin niyet ve çıkarına dokunmak demektir. Suriye’deki yeni oluşacak yönetim, şimdilik tehdit içermeye güçten yoksun ancak bir yıl içindeki gelişmelere bakarak nereye doğru evrileceğini görebiliriz. Eldeki veriler, HTS ve SMO’nun Kürtlerle ilişki kurma niyetinin olmadığını, olsa bile kısa süre sonra bozulacak bir ilişki düzeyinde kalacağını, bunun da ileride Kürtlere karşı bir savaş ilanı demek olacağını söyleyebiliriz. Geride kalan belirgin tehlikeler ise; doğal olarak Kürdistan’ı sömürgeleştiren devletler bağlamında gelişmektedir. Tabii ki, bölgede askeri ve siyasi ağırlığı olan devletleri de kısaca belirtmemiz gerekir; ABD, İngiltere, AB ülkeleri ve Rusya. Tarihsel fırsat bu denklemde karşımıza çıkıyor. Bu devletlerin hepsinin birbiriyle ayrı ayrı çelişkileri olduğu ve bu çelişkileri ortadan kaldıramadıkları için bir noktada Kürtlerle resmi düzeyde bir ilişki kurmak zorundalar. Böyle bir durum, tehditlerin ağırlığını göğüslemeyi sadece Kürtlere bırakmayacak, diğer devletleri de içine katacaktır. Kesinlikle durdurulması ve ortadan kaldırılması gereken tehdit, Türkiye tarafından gelen tehditlerdir. Çünkü diğerleri çıkar ölçüsünde değişebilecek olanlardandır. Ancak Türkiye, kendi varlığını Kürtlerin yok edilmesi veya seslerinin çıkmayacak hale getirilmesi üzerine kurduğu için bir çelişkiden öte uzlaşmaz bir çelişki taşımaktadır.
Türkiye’nin Neo-Osmanlıcılık hedefleri doğrultusunda bölgedeki Kürtlere yönelik hem açık hem de gizli stratejilerinin etkileri uzun vadede nasıl şekillenecektir?
Kişisel olarak öngörüm; şu anda Neo-Osmanlıcılık kısmen hayata geçmiş bulunuyor. Suriye’de gerek HTS, gerekse SMO adı verilen temelde günümüz dünyasında geçerliliği olmayan barbar çete örgütlenmelerini destekleyip, altyapı sağlayarak ve belirgin olmasa da yöneterek ikinci adımını atmış bulunuyor. İlk adım ise Güney Kürdistan yönetimini de kendine bağlayarak orada elde ettiği alan üzerinden atmıştı. Bu nedenle Neo-Osmanlıcılık bir şekilde hayata geçmiş bulunuyor. Türkiye (AKP) iktidarı, tarihin kendisine sunduğu bir altın fırsat dönemini 2000’lerden beri yaşıyor. Bölgenin siyasi karmaşasına dahil olup ABD başta olmak üzere AB ve Rusya ile bu ülkelerin çelişkilerini kullanarak günümüze kadar geldi. Bu süre bir iki yıllık bir zaman dilimini daha kapsayabilir. İşte kırılma noktası burasıdır. Türkiye’nin buradan öteye gideceği bir yol bulunmuyor. Kanımca Rusya, Ukrayna’da girdiği bataklıktan kendisine burasının kısmen verilmesi karşılığında Suriye ve İran’a olan desteğini çekerek bölgede söz sahibi olmaktan vazgeçmeyi kabul etmiştir. Emperyalist devletler, kendi çıkarlarını dayatırken, emperyal devletlere en fazla figüran rolünü verirler. Kirli işleri yaptırıp geri planda kalır ve ‘demokrasi, adalet ve insan hakları’ kavramlarını kullanarak emperyal devletlerden hesap sorarlar. Türkiye emperyal bir devlettir, emperyalist olacak kültürel, tarihsel ve ekonomik güçlerden yoksundur. Bu da Türkiye’nin parçalanmasını da getirebilir. Bundan ayrı olarak ‘bir başka devletin egemenlik haklarını’ çiğnediği için UCM’de de yargılanmasının önünü açmış demektir. Sonuç olarak şekillenmeye bakarsak; belki Kürtler açısından ağır bedeller gerektiren bir iki yıllık zaman diliminden sonra bu stratejiler kırılmış, Türkiye şimdiki halinden çok daha başka bir noktaya evrilmiş olarak şekillenecektir.
AKP’nin siyasal İslamı ve Suriye’deki cihadistler… Bu iki ideolojinin dayattığı homojenleşme politikaları, bölgedeki etnik ve dini çeşitliliği nasıl tehdit ediyor?
Henüz Suriye’de nasıl bir hükümet kurulacağını, hatta kurulmasının ne kadar zaman alacağını bilmemekle birlikte şunu diyebiliriz: Siyasal İslam, içinde kaçınılmaz olarak cihadizmi barındırır. Bunu baştan belirtmek gerekir. Dünya politikasının Ortadoğu’da siyasal İslam’ın demokrasiyle uyum içinde olabileceğini gösterebilmesi için siyasal İslamcılara tanıdığı yönetim eşiği çoktan geçildi. Din sosuna bulanmış cihadist yönetim anlayışı, kaçınılmaz olarak diğer yönetim, inanç ve milliyetlere tehdit oluşturur, ortadan kaldırmak ister. Bu tercih değil, zorunluluktur. Bu ise en başta Kürtlerin omurgasını oluşturduğu ve her kimlik, milliyet ve inancın ortak yaşamasını öneren demokratik ulus paradigmasına tehdittir. Çünkü çoğulculuğu ve demokratik anlayışı kabul etmez; tekçi anlayış dayatır. Ayrıca Aleviler, Dürziler, Ermeniler, Çerkesler gibi varlıklara ilişkin tutumları bilinmez değildir. Ayakları üzerinde durduktan sonra bunlara yönelmeyeceklerinin hiçbir garantisi yoktur. Yine başa dönüyoruz: Demokratik ulus paradigması içinde örgütlenip yer almaları hem kendi gelecekleri açısından, hem de bölgenin sosyal ve siyasal değişiminin daha çağdaş olabilmesi açısından elzemdir.
Suriye’de olanlara baktığımızda devletlerin bu süreçten haberlerinin olmadığını düşünmek en hafif deyimiyle saflık olur. Türkiye, yaklaşan fırtınayı barış bağlamında değil, Kürtleri kendisine yedekleyerek karşılamak istemiştir. Dolayısıyla Bahçeli’nin çıkışını bir demokrasi adımı olarak görmek yanıltıcı olur.
Diğer yandan da Türkiye’de, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Ekim ayında başlattığı ve gündemi meşgul eden bir dizi tartışma var. Bahçeli, son olarak Suriye’de meydana gelen gelişmelere işaret ederek, Abdullah Öcalan’a ilişkin çağrısını net olarak buraya bağladı. İkisi arasında nasıl bir bağ var?
Kişisel olarak geçmiş tarihe baktığımızda şunu olgu olarak kabul etmemiz gerekir diye düşünüyorum. Türk devleti Roma, Bizans ve Osmanlı geleneğinden devraldığı ve uyguladığı bir politikanın devamcısıdır. O politika da şudur; tarihinde hiç ‘barış’ yapmamıştır. Ya yenilmiş, ya yenmiştir. ‘Barış’ denilen olgu bir anlamda böyledir de zaten. Yenen devletlerin yenilene dayattığı bir manifestodur. Ancak diğer devletler zamanla bir ölçüde barış yapabilme tutumunu (İkinci Dünya Savaşı sonrası) geliştirmişlerdir Türkiye hariç. Suriye’de olanlara baktığımızda ilgilenen devletlerin bu süreçten haberlerinin olmadığını düşünmek en hafif deyimiyle saflık olur. Öyleyse Türkiye, yaklaşan fırtınayı barış bağlamında değil, Kürtleri kendisine yedekleyerek (Lozan sürecine benzer bir şekilde) karşılamak istemiştir. Bahçeli’nin çıkışını bir demokrasi adımı olarak görmek yanıltıcı olur. Gerçekten böyle bir niyetleri olsaydı siyasi tutsaklar hemen bırakılır, Sayın Öcalan’ın özgür çalışma koşulları oluşturulur, işgal bölgelerinden çekilir ve halklara özgür bir gelecek için başta Anayasa olmak üzere çalışmalar yürütülürdü. Oysa hiçbirisi yok. Sadece ‘gelsin konuşsun’ türünden onur kırıcı bir yaklaşım söz konusu. Türkiye, tarihsel olarak baktığımızda iç dinamiklere sahip olmayan, dış dinamiklerin zoruyla hareket eden bir yapıdır. Bu nedenle Bahçeli’nin çağrısının ete kemiğe bürünmesi gerekir.
Kürtlerin uluslararası arenada daha fazla destek alabilmesi için hangi adımlar atılabilir? Türkiye’nin, Kürt hareketlerine karşı baskılarına karşı uluslararası toplumun sorumlulukları nedir?
Bu konuda iki temel maddi gerçeklik karşımızda duruyor. Birincisi; Diaspora Kürtlerinin çalışmaları. İkincisi; uluslararası devletlerin çıkarları.‘Çıkarları’ diye tanımlıyorum çünkü insan haklarına, adalete ve demokrasiye dayalı bir sorumluluk hissetmiyorlar. Birincisinden başlarsak; 1984 yılını siyasal nedenlerden kaynaklı sürgün göçü olarak baz alırsak, aradan geçen 50 yıllık zaman diliminde Kürtler Avrupa yaşamına siyasi ve ekonomik olarak etki edecek şekilde söz sahibi değiller. Daha çok tutunmayı hedeflediler. Bu bir eksikliktir, öz eleştiri vermek zorundayız. Son birkaç yılda vekillik düzeyinde temsiliyet sağlandı ancak yeterli değildir. Çünkü bir halkın sorunlarını (bu sorunlar gittikleri yeri ilgilendiriyorsa) taşıyacak olan, o halkın bireyleridir. Eğitimden sanata, spordan bilime kadar. Bu eksiklik karşımıza şu gerçeği çıkarıyor; Türkiye’nin yoğun kara propagandasının etkisinde kalan devletler zinciri. Yakın zamanda konuştuğum bir Avrupa Parlamentosu (AP) üyesi şöyle ifade etmişti: ‘Sizleri sadece Türkiye’nin hazırladığı raporlardan tanıyorduk, doğal olarak da ‘terörist’ tanımlamasına giriyordunuz. Çünkü sizde böyle bir çalışma yoktu. Daha sonra az da olsa yürüttüğünüz çalışmalar sayesinde anlayabildik ama bu yetersizlik içeriyor. Daha doyurucu ve yoğun bir çalışma yürütmelisiniz.”
İnsanların ölmesi, sürgüne gönderilmesi, işkenceler, hapishanelerden geçmesi kısacası ‘mazlum’ olması kabul edelim ki kapitalist ve belirleyici olan devletlerin pek umurunda değil. Ekonomik çıkar odaklı bakıyorlar. Diğer yandan son birkaç yılda yoğun bir Kürt mülteci akını oldu. Bunu göğüsleyecek altyapı oluşturulmalı, bu insanların oturum, dil, eğitim, iş ve bir hayat kurma yolunda desteğe ihtiyaçları var. Bu sağlanmazsa bir bölümü adı suç diyeceğimiz alanlara kayacaktır. Ancak akılcı bir şekilde yönelirsek 10-15 yıl sonra etkin bir diasporamız olacaktır. Sorunuza gelince; uluslararası toplum her ne kadar ekonomik amaçlı örgütlenmişse, yine de halkların baskısıyla harekete geçmek gibi bir noktaları da henüz kaybolmadı. Çalışmalarımız sürekli ve yaygın olduğu ölçüde bu noktayı harekete geçirebiliriz. Engel olan Türkiye’nin çalışmaları ise bir süre sonra hem barbar çeteleri örgütleyip, işgalde kullanma, hem de güven vermeyen politikaları yüzünden bir süre sonra engel olmaktan çıkacaktır.
Geçici hükümette Kürtlerle masaya oturma olasılığı var mı? Bu süreç hem Kürtler hem de Suriye halkı için nasıl bir dönüm noktası olabilir? Minbic’te denendiği gibi ABD’nin ‘yan yana getirme’ hamlesi olabilir mi?
Bu konuda henüz bir netlik yok. Bu, Türkiye’nin geriletilmesi, geçici hükümetin Kürtler olmadan Suriye genelinde kalıcı ve gerçekçi bir adım atamayacağını anlaması ve uluslararası devletlerin de dayatmasıyla gerçekleşecek bir şeydir. Gerçekleşmesi durumunda, Suriye için olumlu yönde bir dönüm noktası olacaktır. Kişisel olarak şimdilik zayıf görüyorum. Türkiye sürekli dillendirdiği ve Neo-Osmanlıcılık hayalini içeren 30-40 kilometrelik alanı elde tutmak ve hükümete etki ederek, gölge kabine kurmak isteyecektir. ABD görünüşe göre uzlaşmacı bir tutumla hareket ediyor. Ancak diyalektik bize gösteriyor ki; Türkiye’nin bu çabaları yıkılmaya mahkumdur. Çürümüş bir devlet yapısı, yoksullukla kıvranan toplumsal kitlelere ve en önemlisi birlikteliğini yitirmiş bir toplumsal yapının buna dayanması zordur. Bunu hep birlikte göreceğiz.
SMO, hükümet kurma çalışmalarından dışlanmıştır. Bir çete örgütlenmesinden başka bir değeri yoktur. SMO tasfiye edilecek ve böylelikle Türkiye de bölgeden dışlanacaktır.
Suriye’deki grupların halkların geleceği açısından yaratacağı dönüşümleri de sormak istiyoruz. Sizin öngörünüz nedir?
İktidarı elinde bulunduran ve görünen o ki, şimdilik uluslararası destek alan HTŞ ideolojisine temel oluşturan siyasal İslam ve cihadist anlayıştan kaynaklı Suriye’de yeni bir cehennemin kapısını açmış ve ateşe benzin dökmüştür. SMO, hükümet kurma çalışmalarından dışlanmıştır. Bir çete örgütlenmesinden başka bir değeri yoktur. Çünkü kendisini örgütleyen kurucu akıl bu niteliktedir. Buradaki ‘kurucu akıl’ elbette Türkiye devletidir. Kurulacak iktidarın diğer halklara karşı şimdilik yuvarlak cümleler dışında netlik kazanmış, kendisini bağlayacak bir politikaya dair bir belirlilik yok. Bu bir tehlikeyi bandırıyor. Ayrıca iktidarın, Suriye’nin en örgütlü, geniş halklar desteğine sahip Kürtlerle nasıl bir ilişki kuracağını da bilmiyoruz. M. Kobane bu konuda basın açıklaması yapmasına rağmen karşı taraftan bir yanıt gelmemesi ve netlik olmaması açıkça bir tehlikenin sesidir. Kanımca yeni iktidar ve hükümet ancak Kürtlerle işbirliği temelinde tehlikelere karşı kendini koruyabilir. Bunun için de SMO ve Türkiye’nin dayatmalarına karşı net bir tutum alması gerekiyor. Bunu da zaman belirleyecek. Bir niyet okuma değil ama HTŞ, kendi iktidar alanı için önce SMO’ya yönelmek zorundadır. Aynı amaçları taşıyan iki iktidar olmaz. Hem güçlü, hem de uluslararası desteğe sahip olan HTŞ, SMO’yu tasfiye etmek zorundadır. Burada da Türkiye’nin direnci söz konusudur. Çünkü bölgedeki ‘kurşun askeri’ SMO’dur. Buna rağmen göreceğiz ki SMO tasfiye edilecek ve böylelikle Türkiye de bölgeden dışlanacaktır.
Bölgesel Güçler ve Kürtlerin Geleceği: Türkiye, İran ve Arap ülkeleri, Kürtlerin bölgedeki geleceğini şekillendirmek için nasıl bir strateji izliyor? Kürt hareketi, bu güçlü bölgesel oyuncular karşısında kendi mücadelesini nasıl organize edebilir?
Arap ülkelerinin fazla bir etkilerinin olduğunu söyleyemeyiz. Bağımlı oldukları devletlerin ağızlarına bakarlar. İran geleneksel olarak savaşı cephe önünde yürüten bir anlayışa sahiptir. Ancak bu kırıldı. İran’ın askerleri olan Hamas ve Hizbullah’ın toparlanması uzun sürecek, bir şekilde kolu kanadı kırıldı. Askeri ve siyasi güçleri etki edecek düzeyde değil artık. Zaten Hamas saldırısının son cevabı İran’da verilecek. Türkiye açıkça Rusya-İran cephesinin dışında yer aldığını pratikte gösterdi. Bunun bir karşılığı olacak ve Türkiye aynı zamanda diğer cephenin gözünde ‘güvenilmez, cihadist bir anlayışa sahip’ bir devlet olarak nitelendiriliyor. Politika maalesef anlık adımlardan değil, uzun erimli adımlardan oluşuyor. Türkiye açıkça bu yüzyılda yarım kalan Kürt soykırımını gerçekleştirmek istiyor. Böylece Misak-ı Milli’nin güncellenmiş haliyle yoluna devam etmek niyetinde. Ancak gelişen Kürdistan Özgürlük Mücadelesi bu niyeti tarihin çöp sepetine attı. Güvenilir, seküler ve ciddi bir yapılanması olan Kürtleri değil Türkiye, başka hiçbir devlet silemez. Kürtler çıkarlarının getirdiği her adımı atmak zorundadır. Dogmatik bir anlayışa sahip ‘o emperyalist, bu ekonomist’ diye değerlendirmeden, her devletle çıkarları oranında yol yürümelidir. Zaten şimdi uygulanan da budur. Üçüncü yol adı verilen politik anlayış, geleceği şimdiden selamlayan bir tutumdur. Bu sorunun kısaca cevaplarından biri, Türkiye’nin uzun erimli bir strateji geliştirmek aklından yoksun olduğudur. ‘Kürt anasını görmesin’ diye adım atmanın sonu hüsran olacaktır.
Rusya’nın Suriye’deki etkisi giderek azaldığı söyleniyor. Aynı şekilde İran’ın da. Oluşan bu yeni konjonktürde, Kürtler ve diğer etnik grupların geleceği açısından nasıl bir denge yaratabilir?
Kısa vadede açıkçası Kürtler ve diğer etnik ve inanç grupları açısından zor bir süreç olacağını söyleyebilirim. Birincisi; Kürtler parçalı bir duruş sergiliyor. Maalesef Barzani anlayışıyla oluşan KDP yönetimi, kendi kaderini Türkiye’ye bağlamış durumda. Siyasi ve ekonomik olarak ayrılması şimdilik mümkün değil. Tek koşulu, gelişen bir halk hareketinin bu onursuzluğa ‘dur’ demesi ve ulusal bir noktaya evrilmesidir. Rusya, Ukrayna’da hakimiyet karşılığında Suriye’yi şimdilik terk etti diyebiliriz ancak elbette geri dönmek isteyecektir. Zaten artık Suriye diye bir bütünlükten de söz edemeyiz. Önümüzde duran federal, konfederal, özerk ya da başka bir şekilde yönetilecektir. Bu kaos olarak adlandıracağımız dönemde ağır saldırılar olacaktır, emarelerini şimdiden görüyoruz. Ama gelişen ve sağlam temellere dayalı Kürtlerin özgürlük, adalet ve eşitlik anlayışı, bölgedeki cihadist anlayışın karşısında yükselen bir değere sahip. İran’a doğru gidecek savaş, Irak’a da uğrayacak, İran ve Türkiye’de payını alacak. Tarihin bu dönemi yazılırken şunları okuyacağız; ‘Kürtler, bin yıllık kölelik zincirlerini son yüzyıla sığdırdıkları ve geri adım atmadıkları mücadeleleri sonucu kırıp attılar. Hem kendilerinin, hem de bölgenin kaderini değiştirdiler. İnsanlık tarihindeki bu gelişimi onlara borçluyuz.’
Son olarak QSD Genel Komutanı M. Abdi’nin sürece ilişkin yaptığı açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Farklı yorumlara neden oldu. Bir savaşın niteliği ve yürütülmesi hakkında düşünülmeden ‘Neden şiddet yöntemini geri plana ittiniz ve neden barış ve uzlaşı dilini öne çıkarıyorsunuz?’ eleştirileri yoğunluk kazandı. Oysa Sun Tzu; yüzyıllar önceden yöntemi açıklamıştı; ‘En iyi savaş, savaşılmadan kazanılandır.’ Savaştan anlamak istenilen öldürmek ve yıkım ise bu basit bir yıkım anlayışından başka bir şey değildir, bir getirisi de yoktur. Ayrıca kendi bölgelerine yapılan saldırıların durdurulduğunu ve kendilerini korumak konusunda son derece net olunduğunu da ifade etti. Mazlum Abdi, Suriye savaşını dolaylı olarak yürüten Türkiye ile ABD başta olmak üzere çeşitli kanallar üzerinden iletişimde olduklarını ve taleplerini bildirdiklerini açıkladı. Bu taleplere baktığımızda bulundukları bölgede herkesle iyi iletişim içinde bulunarak, yaşamak isteğinin genel anlamda her milliyet ve inanç için bir gerçeklik olduğunu ifade edebiliriz.
Türkiye’nin cevapsız kalması iki nedenden kaynaklanmaktadır: Birincisi; muhatap olarak görmemek, ikincisi ise; netleşmiş bir politikaya sahip olmamaktır. İstemese de QSD artık muhataptır. Fırat’ın doğusunda egemenliği olan, ekonomik-politik bir yaşam kuran bir paradigmaya sahiptir. Türkiye, ‘Ne kadar çok toprak elde edersem, o kadar güçlü olurum’ mantığından hareket etmektedir. Ancak hatırlatmakta fayda vardır; Osmanlı daha geniş topraklara hükmediyordu ve yıkıldı. Başûr’a ilişkin öneri ve diplomatik bir dille yapılan yapıcı olarak ifade edilen sözler hem Başûr yönetimini ve halkına bir dostane uyarı, hem de bir ulus olmanın gerekliliğinin ne olduğu konusunda bir ön açıcıdır. Muhtemelen yeni denklemde Rojava ve Başûr arasında bir ilişki doğacak, zamanla gelişecektir. Başûr yönetiminin Türkiye ile olan ilişkilerini yeniden değerlendirmesi ve ulusal bir çıkarı hedefleyen tutum geliştirmesinin yararı ve onurunu düşünmeyi de ihmal etmemesinin daha yapıcı olacağı belirtilmelidir. Açıklama da öne çıkan Özerk bölgede bulunan Kürt oluşumlara yapılan açıklama yerinde ve yapıcıdır. Genel bir birliğe doğru atılması gereken adımda, geçmiş hataları görmeye davet etmenin, geleceğe dair doğru yerden bir tutum almaya çağırmak neden yanlış olsun? Örneğin, Kürt sorunu söz konusu olduğunda Türk partileri tespih gibi aynı ipe diziliyorken, Kürtler neden aralarındaki farklıklara rağmen bir arada olamasınlar? Sonuç olarak yapılan açıklama yapıcı bir dilin ve saygın bir politika yürütmenin örneğidir. Diğer politik açıklamaların yanında farklılığı hemen öne çıkmaktadır. Değeri bugün olmasa bile, kısa sürede anlaşılacaktır.” (MA / Fırat Can Arslan)